13 Mayıs 2009 Çarşamba

Matematik Fıkraları

Matematikçi
Balonla seyehat etmekte olan bir grup yolunu kaybeder ve biraz alçalarak aşağıdaki kişiye yaklaşırlar.
İçlerinden biri aşağıya bağırır:
-Heyyy! Şu anda nerdeyiz?
Aşağıdaki şahıs onlara şöyle bir bakar ve biraz düşünüp dalgın dalgın cevap verir:
-Bir balonun içinde ve oldukça alçaktasınız.
Balondaki adam doğrulur ve arkadaşlarına:
-Biliyor musunuz bu adam matematikçi der.
Bunun üzerine balondaki diğer şahıslar bunu nerden anladığını sorduklarında şöyle yanıtlar:
-Birincisi, çok düşündü,ikincisi söylediği şey kesin olarak doğru,üçüncüsü,bir işe yaramıyor.

Deney
Bir matematikçi,bir fizikçi ve bir kimyacıyı bir ay süreliğine ayrı ayrı odalara kapatmışlar.
Odalarda kilitli bir buzdolabı ve çeşitli araç gereç varmış.
Bir ay sonunda odaların kapılarını açıp bakmışlar.
Fizikçi mekanik bir makine yaparak buzdolabının kapısını kırmış ve karnını doyurmuş.
Kimyacı çeşitli elementleri karıştırarak bir sıvı yapıp buzdolabının kapısını eritmiş.
Son olarak matematikçinin odasına girmişler.
Matematikçinin kurumuş cesedi duvara dayanmış bir halde yerde kanla şunlar yazılıymış:
Teorem: Buzdolabını açamazsam ölürüm.
İspat: Buzdolabını açtığımı varsayalım...

İndirgeme
Bir matematikçi ve fizikçi fakültenin dinlenme salonun da oturup kahvelerini yudumlarken bakarlarki kahve makinası tutuşmuş.Fizikçi hemen koşarak eline aldığı kovayı doldurarak ateşi söndürür.
İkinci gün olacak ya aynı olay tekrar vuku bulur.
Bunun üzerine matematikçi koşar kovayı alır getirir ve fizikçinin eline tutuşturarak problemi daha önce çözümlenmiş olanına indirger.

Yangın
Bir mühendis,bir fizikçi ve bir matematikçi bir hoteldedir.
Derken mühendis burnuna gelen duman kokusuyla uyanır,hole çıkar,bir de bakar ki bi yangın var.
Eline geçirdiği bir kovaya su doldurarak yangını söndürmeye çalışır.
Daha sonra fizikçi uyanır,aynı yangını görür ve yangın hortumunu bulur ve başlar hesap yapmaya;
Su basıncı,alevin şiddeti,aradaki mesafe falan derken yaptığı hesaplara göre yangının sönmeyeceği ortaya çıkar ve yatağına geri döner.Daha sonra matematikçi kalkar kokunun etkisiyle ve hole koşar,bir de bakar yangın var.
Çözüm aramaya koyulur.
Derken yangın hortumunu bulur ve ”çözümü buldum” diye bağırarak yatağına geri döner.

SayısaL Loto
İki Matematikçi,aralarında mesleklerinin ne kadar önemli olduğunu konuşuyorlar. Sonra içlerinden biri diğerine dert yanıyor: "Ah azizim ah! Matematiğe yeterince önem verilmiyor. Aslında konuya devlet el atmalı ve Matematik bilmeyenlerden vergi toplanmalı. Diğeri cevap veriyor: "Sayısal loto da bu işe yarıyor zaten…"

Koyun
Bir mühendis ,bir fizikçi ve bir matematikçi İskoçya'da trenin penceresinden bakarken siyah bir koyun görürler.Mühendis hemen atılır;"İskoçyadaki bütün koyunlar siyah" der.Fizikçi söze karışır "İskoçyadaki bazı koyunlar siyah" diyerek.Ve matematikçi son noktayı koyar "İskoçyada en az bir tarafı siyah olan en az bir tane koyun vardır".

12 Mayıs 2009 Salı

Kıssadan Hisse

Sultan Murad Han o gün bir hoş"tur. Telaşeli görünür.
Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer.
Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
-- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah?..
-- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
-- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki,
padişah hâlâ gördügü rüyanın tesirindedir ve
gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a
çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır.
Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir
dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan
bir ceset gözlerine batar, sorarlar;
-- Kimdir bu?
Ahali: - Aman hocam hiç bulaşma, derler.
Ayyaşın meyhusun biri işte!..
-- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık
komşumuz... Bir başkası tafsilata girer;
- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır.
Azaplar çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar...
Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem
şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli
kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
- isterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir
cemaatte gören olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını
gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalırlar mı ortada!..
Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :
-- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
-- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem...
Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır.
Defini tamamlamak gerek.
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
-- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
-- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim, nasıl kaldırırız?
-- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması,
paklanması var. Tekfini, telkini...
-- Merak etme ben beceririm.
Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
-- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den,
en azından Fatih Camii'nden...
-- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur.
Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin.
Hadi yüklenelim... Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola
koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur
ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş;
ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında.
Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur
dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama,
vezirin de keza... Mechul nalıncıyı kefenler, tabutlar,
musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli
vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
-- Nasıl yani?..
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik
cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..
-- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi
dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah
garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim
sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.
Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi
metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.
Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar...
Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki.
Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...
- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir...
Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar
nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin;
elindekini avucundakini verir
satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..
-- Niye?
- Ümmeti Muhammed içmesin diye...
-- Hayret...
- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi.
Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi.
Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben
menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal.
Hucceti islam okurdum...
-- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep
uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında
durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...
-- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- işte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya...
Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle
böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek.
inan cenazen kalacak ortada...
-- Doğru, öyle ya?..
- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını
kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla
bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
-- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra;
- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?

Mucize

Sally, küçük kardeşi George hakkında anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu kurtarabilmek için ellerinden gelen herşeyi yapmışlardı. George'nin yalnızca çok pahalıya mal olacak bir ameliyatla kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu.Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını duymuştu Sally: "Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir." Bu sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally. Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk paraları. Sonra hepsini cebine koyarak aceleyle evden çıkıp, köşedeki eczaneye gitti. Eczacının dikkatini çekebilmek için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl kullanacağını anlatıyordu. Bu yoğun çalışmanın arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye hiç niyeti yoktu ama Sally'nin beklediğini görünce"Evet, ne istiyorsun söyle bakalım" dedi. "Biraz acele et, gördüğün gibi beyefendiyle ilgileniyorum" diyerek yanındaki şık giyimli adamı gösterdi. Sally "Kardeşim" dedi. Sessizce yutkunduktan sonra devam etti: "Kardeşim çok hasta,bir mucize almak istiyorum." Eczacı Sally'e bakarak: "Anlayamadım" dedi. "Şeyy, babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' dedi, bir mucize kaç paradır, bayım?" Eczacı Sally'e sevgi ve acımayla baktı bu kez: "Üzgünüm küçük kız, biz burada mucize satmıyoruz, sana yardımcı olamayacağım" dedi.Sally o kadar kolay vazgeçmek istemedi. Eczacının gözlerinin içine bakarak "Karşılığını ödemek için param var benim, bana yalnızca fiyatını söylemeniz yeterli" dedi. Bu arada Sally ve eczacının yanında bekleyen iyi giyimli bey Sally'e dönerek "Ne türbir mucize gerekiyor kardeşin için küçük hanım? diye sordu."Bilmiyorum" dedi Sally. Sonra gözlerinden aşağı süzülen yaşlara aldırmaksızın devam etti: "Tek bildiğim, o çok hasta ve annem ameliyat olmazsa kurtulamayacağını söyledi ailemin de ameliyat için ödeyebilecekleri paraları yok. Ama babam "Onu ancak bir mucize kurtarabilir" deyince ben de paramı alıp buraya geldim." "Peki, ne kadar paran var?" diye sordu iyi giyimli adam. " Bir dolar ve onbir sent" dedi Sally. "Ve dünyadaki tüm param bu!" "Bu iyi bir şans, küçük kardeşini kurtarmak için gerekli olan mucize için yeterli bu para" dedi, iyi giyimli adam.Adam bir eline parayı aldı, öteki eliyle de Sally'nin elini tutarak "Beni yaşadığın yere götürür müsün lütfen?" diye sordu. "Küçük kardeşini ve aileni tanımak istiyorum" dedi. İyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong'du ve George için gerekli olan ameliyatı yapabilecek tanınmış bir cerrahtı.Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve aile hiçbir ödeme yapmamıştı. Hep birlikte mutluluk içinde evlerine döndükleri zaman hâlâ yaşadıkları olayların etkisinden kurtulamamışlardı. Anne:"Hâlâ inanamıyorum. Bu ameliyat bir mucize! Doğrusu maliyeti ne kadardır merak ediyorum" dedi. Sally kendi kendine gülümsedi. O bir mucizenin kaça malolduğunu çok iyi biliyordu. Tam tamına bir dolar ve onbir sent!

10 Mayıs 2009 Pazar

Ahde Vefa...Bir Yudum Hikaye...

Bilal'in Yüreği...Bir Yudum Hikaye...

Dolmuş

Bir acelesi olduğunu, onu görür görmez anlamıştım. Sağanak hâlinde yağan yağmura aldırış bile etmiyor ve bükülmüş beline rağmen sağa sola koşuşuyordu.
Yanına sokularak:
- Hayrola teyzeciğim, dedim. Bir derdiniz mi var? Sıcak bir tebessümle:
- Buraların yabancısıyım evlâdım, dedi. Hastahane tarafına gidecek bir araba arıyorum.
- Biraz beklerseniz aynı dolmuşa binebiliriz, dedim. Oraya geldiğimizde size haber veririm.
Teşekkür ederek yanıma yaklaştı ve küçük bir çocuk gibi şemsiyemin altına girdi. Nurlu yüzü yağmur damlacıklarıyla ıslanmış ve yanacıkları pembe pembe olmuştu.
- Torunlarımdan biri menenjit geçirdi, diye devam etti. Ziyaret saati bitmeden dolaşmak istemiştim.
Saatime baktıktan sonra:
- 20 dakikanız var, dedim. Hastahane yakın ama, bu havada pek araba bulunmuyor.
Durağa herkesten önce geldiğimiz için dolmuşa da rahatça bineceğimizi zannediyordum. Ancak araba yanaştığında, arkamızda duran 4-5 kişinin bir anda hücum ettiğini gördüm.
içeriye doluşan ve arkadaş oldukları anlaşılan adamlara:
- İlk önce biz gelmiştik, dedim. Sırayı bozmaya hakkınız var mı?
Ön koltukta oturanı:
- Hak istiyorsan Hakkâri'ye gideceksin arkadaşım, dedi. Hem oradaki haklardan K.D.V. de alınmıyormuş.
Bu lâf üzerine attıkları kahkahalarla bindikleri araba sarsılmış ve sinirlerim allak bullak olmuştu.
Sakinleşmeye çalışarak:
- Ben biraz daha bekleyebilirim, dedim. Ama şu ihtiyar teyzenin hastahaneye yetişmesi gerekiyor. Bu defa şoför lâfa karışıp:
- Teyzenin arabaya falan ihtiyacı yok be kardeşim, dedi. Okuyup üfledi mi hastahaneye uçuverir.
Tekrar kopan kahkahalarla birlikte araba uzaklaşıp gitti. Yaşlı kadına baktım, tevekkülle susuyordu.
5-10 dakika sonra gelen bir başka dolmuşa onunla beraber bindim ve şoföre, teyzeyi hastahanede indirmesini söyledim. Yaşlı kadın, yapacağı ziyaretten ümitsiz görünmesine rağmen şikâyet etmiyordu. Üstelik trafik de yarı yolda tıkanıp kalmıştı
Şoför:
- Yolun bu durumu hayra alâmet değil, dedi. Sebebini anlasam iyi olacak.
Arabayı çalışır vaziyette bırakıp ileriye doğru yürüdü ve biraz sonra döndüğünde:
- Kısmete bak yahu, dedi. Bizden önce kalkan dolmuşa kamyon çarpmış.
Heyecanla:
- Bir şey olmuş mu, diye atıldım. Yâni yaralı falan var mı?
- Herhalde, diye cevap verdi. Dolmuşta bulunanları, teyzenin gideceği hastahaneye kaldırmışlar.
Göz ucuyla yaşlı kadına baktım. Solgun dudaklarıyla birşeyler mırıldanıyor ve sanki onlar için dua ediyordu.
Şoför, koltuğuna yavaşça otururken:
- Kısmet işte, diye tekrarlayıp duruyordu. Sen kalk koca bir kamyonla çarpış. Hem de Türkiye'nin öbür ucundan gelen Hakkâri plâkalı bir kamyonla.

Cennetin Fiyatı

Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler çıkmak için sabırsızlanıyordu. Defter ve kitaplarını çantalarına koydular. Zil çalar çalmaz, dışarı çıkmak için hazırdılar. Yalnız, Ali hazırlanmamıştı.Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu.Nihayet zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu.

Öğretmeni, onun bu hâlini fark etti:
- Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?

Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:
- Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.
- Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?
- Ahmet arkadaşımız var ya…
- Evet, ne olmuş Ahmet’e?
- Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pekiyi şeyler koymuyor.
- Ee?
- Ona yardım etmek istiyorum. Ama benim yardım ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?

Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü.Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumu pekiyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardım etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu.

Nurhan Öğretmen:
- Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuz pekiyi değil. Yanlış mı biliyorum?
- Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum.
- Nerede çalışıyorsun?
- Simit satıyorum.

Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi. Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu.

Nurhan Öğretmen, Ali’ye döndü:
- Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.
- Çok zengin bir işadamı…
- Niçin?
- İnsanlara daha çok yardım etmek için…
- Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak şimdi Ali, Ahmet’in ailesinin durumu pekiyi değil; bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme; çok zengin olduğun zaman insanlara yardım edersin.Olmaz mı?
- Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.
- Neden olmaz?
- Üç sebepten dolayı olmaz.

Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor.

İkincisi: “Ağaç yaş iken eğilir.” deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam.

Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.

Nurhan Öğretmen, karşısında büyük biri varmış gibi dinliyordu:
- Bu sonuncusunu pek iyi anlayamadım, dedi.?

- Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için, ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet’i gücü kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre Cennet’in fiyatı birkaç simit parası kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet’e girebilirim. Bundan daha kârlı bir yatırım olur mu?

Nurhan Öğretmen’in gözleri dolmuştu. Başını “Evet” anlamında sallarken Aliyi evine yolladı.

Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamak için masasına döndüğünde Ali’nin bıraktığı parların masaüstünde kaldığını fark etti. Sandalyesine gayrı ihtiyarı oturdu ve paraları eline aldı. Hiçbir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın en kıymetli incilerini, yakutlarını, elmaslarını tutuyordu. Hatta bu paralar onlardan bile kıymetliydi. Öyle bu paralar, Bu bozuk SİMİT paraları, Cenneti satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmak istemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını.

Oturduğu yerden kalkamadı Nurhan Öğretmen. İçinin dolduğunu, Tarif edilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanak yağmurlar gibi ağlamaya başladı. Ağladı … Ağladı.

Kendine geldiğinde akşam olmuştu. Yavaş yavaş sınıftan çıkıp okuldan ayrılırken bekçi Sadık “ Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak, Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak” diye Nurhan öğretmenin sayıkladığını duydu. Bekçinin hayretler içinde “ Ne dediniz hocam “ demesini bile duymayan Nurhan öğretmen bekçinin şaşkın bakışları altında akşamın alaca karanlığına karışıvermişti

Zehir

Uzun yıllar önce Çinde Li-Li adlı bir kız evlenir ve aynı evde kocası ve kaynanası ile birlikte yaşamaya başlar. Lakin kısa bir süre sonra kayınvalidesi ile geçinmenin çok zor olduğunu anlar. İkisinin de kişiliği tamamen farklıdır bu da onların sık sık kavga edip tartışmalarına yol açar. Bu Çin geleneklerine göre hoş bir davranış değildir ve çevrenin oldukça tepkisini alır.

Birkaç ay sonra bitmez tükenmez gelin kaynana kavgalarından ev, onun ve kayınvalidesi ile arada kalan eşi içinde cehennem haline gelmiştir. Artık bir şeyler yapmak gerektiğine inanan genç kadın doğru babasının eski bir arkadaşı olan baharatçıya koşar ve derdini anlatır. Yaşlı adam ona bitkilerden yaptığı bir ilaç hazırlar ve bunu 3 ay boyunca her gün azar azar kaynanası için yaptığı yemeklerin içine koymasını söyler. Zehir az az verilecek, böylece onu gelininin öldürdüğü belli olmayacaktır. Yaşlı adam genç kadına kimsenin ve eşinin şüphelenmemesi için kaynanasına çok iyi davranmasını ona en güzel yemekleri yapmasını söyler.

Sevinç içinde eve dönen Li-Li yaşlı adamın dediklerini aynen uygular. Her gün en güzel yemekleri yaparak kaynanasının tabağına azar azar zehri damlatıyordu. Kimseler şüphelenmesin diye de ona çok iyi davranıyordu. Bir süre sonra kayınvalidesi de çok değişmişti ve ona kendi kızı gibi davranıyordu. Evde artık barış rüzgârları esiyordu. Genç kadın kendisini ağır bir yük altında hissetti yaptıklarından pişman bir vaziyette baharatçı dükkânının yolunu tuttu ve yaşlı adama şu ana kadar kaynanasına verdiği zehirleri onun kanından temizleyecek bir iksir için yalvardı. Yaşlı kadının ölmesini artık istemiyordu. Yaşlı adam yaşlı gözlerle karşısında konuşup duran Li-Li ye baktı ve kahkahalarla gülmeye başladı.

Sevgili Li-Li dedi;

Sana verdiklerim sadece vitaminlerdi. Olsa olsa kayınvalideni sadece daha da güçlendirdin hepsi bundan ibaret. Gerçek zehir ise senin beyninde olandı. Sen ona iyi davrandıkça oda dağıldı ve yerini sevgiye bıraktı böylece siz gerçek bir ana kız oldunuz dedi.


Eski bir Çin atasözü şöyle der: "Gül veren elde gül kokusu kalır"


Sevilen insan sevgisini insanlara veren insandır.

Yeşil elbise

Yolda karşılaştığımızda ezan okunuyordu.
-Gel seni camiye götüreyim,dedim.Bugün Cuma biliyorsun.
-Sen de benim camiye gitmediğimi biliyorsun,dedi
-Biliyorum ama,sebebini gerçekten merak ediyorum.
-Ne bileyim olmuyor işte,dedi.Hem pantolonumun ütüsü bozulup,dizleri çıkar diye endişe ediyorum.
Gayri ihtiyari gülmeye başladım.
-Herhalde şaka yapıyorsun,dedim.Bunun için cami terkedilir mi?
-Ciddi söylüyorum,dedi.Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin.
Gerçekten öyleydi.Giydiği birbirinden güzel elbiseleri mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.
-Peki,dedim.Hayatında hiç camiye gitmedin mi?
-Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim,dedi.Hem o yaşlarda dizlerim aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum.Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum.
Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmişti.Daha sonra el sıkışıp ayrıldık.
Onunla konuşmamızdan 2 ay sonra,kendisinin camide olduğunu söylediler.Hemen gittim.Bahçedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve üzerinde yine yeşiller vardı.Yavaşca yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:
-Hani,dedim.Camiye gelmeyecektin?
Hiç sesini çıkarmadı.Çünkü musalla taşının üzerinde,yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu.

Hangi Peygamberin kızısın?

Cemâleddîn-i Aksarâyî hazretleri anlatır:

Tâbiînden Hasan-ı Basrî hazretleri bir gün dergâhta otururken ihtiyar bir kadın gelir ve;
-Efendi hazretleri, benim bir kızım vardı öldü. Hasretine dayanamıyorum. Bana bir duâ öğret de rüyâmda görüp hasretimi gidereyim, der. Hasan-ı Basrî hazretleri gerekeni yaptıktan sonra kadın gider. Fakat kadın, ertesi gün gözleri kan çanağı gibi olduğu hâlde ağlayarak tekrar dergâha gelir. Hasan-ı Basrî hazretleri kadına;
-Niçin ağlıyorsun? diye sorunca kadın;
-Kızımı rüyâda gördüm, ama üzerine katrandan bir elbise giydirmişler cayır cayır yanıyor, cevabını verir.
Hasan-ı Basrî hazretleri ve yanında bulunanlar kendi sonlarının nasıl olacağını düşünerek ağlaşmaya başlarlar.

Aradan bir müddet geçtikten sonra Hasan-ı Basrî hazretleri, rüyâsında kendinin vefât ettiğini ve cennete girdiğini görür. Cennette gezerken muhteşem bir köşk ve önünde bir kadın görür.
O kadına;
-Yavrum sen hangi peygamberin hanımı veya kızısın? diye sorar.
Kadın;
-Efendim ben, bir peygamberin hanımı veya kızı değilim. Geçen gün size gelip de sizden rüyâsında kızını görmek isteyen kadının kızıyım, cevabını verir.
Hasan-ı Basrî hazretleri;
-Kızım annen senin Cehennemde yandığını söylemişti. Hâlbuki sen yüksek makamlardasın. Bu makâma nasıl ulaştın? diye sorar.
Kadın;
-Efendim biz kabir hayâtında beş yüz elli kişi azâb görüyorduk. Bir mümin kabristana gelip on bir İhlâs, on bir Felak, on bir Nâs sûresini okudu. Kabristanda yatan müminlerin ruhlarına bağışladı. Allahü teâlâ bize azâb eden meleğe; “Benim âyetlerim ve adım hürmetine burada bulunan ve azâb görenleri affettim. Onlara azâb etmeyin ve birer makam verin” buyurdu. Onun için bu makâma geldim cevabını verir…”

Netice olarak, ölen yakınlarımızı seviyorsak, onları üzecek kötü amellerden sakınmamız ve onlara dua etmemiz, sadaka vererek, hayır, hasenât yaparak imdatlarına koşmamız lazımdır…

Padişah ve İhtiyar

Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil’i kıyafet gezmeye karar vermiş
Yanına başvezirini alıp yola çıkmış Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler

Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş Padişah,ihtiyarı selamlamış” Selamunaleykum ey pir’i fani…”
” Aleykumselam ey serdar’i cihan…” Padişah sormuş
” Altılarda ne yaptın ?”
” Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor…” Padişah gene sormuş
” Geceleri kalkmadın mı ?”
” Kalktık…Lakin, ellere yaradı…” Padişah gülmüş
” Bir kaz göndersem yolar mısın ?”
” Hem de cıyaklatmadan…”Padişahla başvezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar Padişah başvezire dönmüş
” Ne konuştuğumuzu anladın mı ?”
” Hayır padişahım…”

Padişah sinirlenmiş
” Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım”Korkuya kapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş Bakmış adam hala orada çalışıyor
” Ne konuştunuz siz padişahla…” Adam, başveziri şöyle bir süzmüş
” Kusura bakma Bedava söyleyemem Ver bir yüz altın söyleyeyim”
Başvezir, yüz altın vermiş
” Sen padişahı, serdar’ı cihan, diye selamladın Nereden anladın padişah olduğunu”
” Ben dericiyim Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi”

Vezir kafasını kaşımış
” Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek…”
Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış
” Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mi ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim” Vezir bir soru daha sormuş…
” Geceleri kalkmadın mı ne demek ?”Adam bir yüz altın daha almış
” Çocukların yok mu diye sorduVar, ama hepsi kız Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim…” Vezir gene kafasını sallamış
” Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek…” Adam gülmüş

” Onu da sen bul…”

Işığı yanan ev

Misafir olduğum ev tren istasyonunun hemen yanındaydı. Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu.Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Bir müddet daha geçti; yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan Hacıanneye sıkılarak: “Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor?” dedim. Hacıanne:”Evlâdım treni bekliyoruz. Az sonra gelecek, onu bekliyoruz” dedi.Merak ettim, tekrar sordum:”Trenden sizin bir yakınınız mı inecek ?” Hacıanne: “Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. Geldiğinde, “ışığı yanan bir ev“ bulsun diye bekliyoruz.”

ZenginLik

Zamanın birinde bir hükümdar varmış, Zenginliği tüm dünyaca bilinirmiş. Hükümdar her gittiği yere hazinesinin bir bölümünü götürür ve bunları sergilemekten büyük onur duyarmış.

Etrafında bir sürü insan olmasına rağmen, hükümdarın en çok güvendiği ve yegane dostu bir bilge kişi varmış. Bir gün otururlarken, hükümdar bilge kişiye şöyle bir soru sormuş:

- " Sen ki göğün gizemine ermiş, bilime yön vermiş bir adamsın. İnsanlar ister hükümdar kadar güçlü, ister savaşçılar kadar onurlu olsun sana danışır ve ağzından çıkacak bir sözü beklerler. Şimdi senin gibi bilge bir adamın fikrini merak etmekteyim, benim hükümdarlığım ve servetim hakkında ne düşünüyorsun?"

Bilge bu soru karşısında hükümdarın gözlerinin içine bakarak şu sözleri söylemiş:

- " Diyelim ki hükümdarım uçsuz bucaksız kızgın bir çöldesiniz. Ölmemek için, size uzatacağım bir bardak suya servetinizin yarısını verir miydiniz?"

- " Verirdim tabii."

- "Zaman geçti diyelim ki susuzluğunuz arttı, size uzatacağım bir sonraki bardağa servetinizin öteki yarısını da verir miydiniz?"

Hükümdar biraz düşünmüş ve ardından "Ölmemek için evet" demiş.

Bunun üzerine bilge kişi gülerek şu sözleri söylemiş:

- "Madem öyle, o zaman düşünmeye gerek yok fazlaca. Çünkü haşmetlim, sizin servetiniz yalnızca iki bardak sudan ibarettir."

9 Mayıs 2009 Cumartesi

Bir yudum hikaye...Mutluluk Nerede?...

Mutluluk Nerede from asimyildirimcom on Vimeo.

Geleceğini Biliyordum

Savaşın en kanlı günlerinden biri. Asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü görür. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Asker teğmene koştu.

- Teğmenim, fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?

"Delirdin mi? der gibi baktı teğmen.

- Gitmeye değer mi? Arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla ölmüştür bile. Kendi hayatını da tehlikeye atma

Asker ısrar etti. Teğmen:

- Peki... Git o zaman ...

İnanılması güç bir mucize. Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı koşa koşa döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene etti. Sonra onu sipere taşıyan askere döndü:

- Sana değmez, hayatını tehlikeye atmana değmez, demiştim. Bak haklı çıktım. Bu zaten ölmüş dedi teğmen.

"Değdi teğmenim" dedi asker.

- Nasıl değdi?" dedi teğmen.

- Bu adam ölmüş görmüyor musun?

- Gene de değdi komutanım. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak dünyaya bedeldi benim için. Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı teğmene:

"Geleceğini biliyordum !.." demişti arkadaşı... "Geleceğini biliyordum !..."

Bir yudum hikaye...Mavi Patik...

Mavi Patik from asimyildirimcom on Vimeo.

Senin için ölürüm

Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez... Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle konuşacak cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında.
Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra...
Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu... Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri, hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki...
Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü... Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmen çocuk sahibi olmayınca, “bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur” diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler... “Senin için ölürüm” derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adam; “Hayır, ben senin için ölürüm” diye yanıt verirdi hep...
Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, “Bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak...” Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu; “Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma.” Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten...
Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar çok olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı.
Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde satılık levhası asılı olan.
“Ne dersin, bu evi alalım mı?” dedi adama. “Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı...”
“Sen istersin de ben hiç hayır diyebilir miyim?” diye cevap verdi adam. “Amerika’daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçiyi... Kaç para olursa olsun, burası bizimdir artık...”
Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika’ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla…
Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: “Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut...”
Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama. “Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat” diye dil döktü boş yere...
Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği...
Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken; “Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım” diye sözünü kesti arkadaşı: “O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki lokantada genç bir kadınla yemek yiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya...”
“Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları” diye bağırdı kadın. Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı...
Ertesi gün, öğle vakti o lokantanın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının, sadece masal olduğunu anladı... Kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın...
Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, “son bir kez kucaklamak isterim seni” diyecek oldu ama kadın, “defol” dedi nefretle...
İlk celsede boşandılar... Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika’ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar kuvvetli bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu.
Aradan bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü.
“Sen, buraya ne yüzle geliyorsun” diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı.
“Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor.” dedi genç kadın.
Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı:
“Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yıl Amerika’daki kongre sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldğını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika’ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi...”
Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta,
“Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem diyordu...”
Sırayla okudu;
“Seni çok sevdim,
Seni sevmekten hiç vazgeçmedim,
Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim.
Fakat benim için ölmeni istemedim.
Şimdi bana söz vermeni istiyorum. Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?”
Son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:
“Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni seyrediyor olacağım...”

İnsan ve dünya

Adam,bir haftanın yorgunluğundan sonra Pazar sabahı kalktığında bütün haftanın yorgunluğunu çıkarmak için eline gazetesini aldı ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını düşündü.

Tam bunları düşünürken oğlu koşarak geldi ve sinemaya ne zaman gideceklerini sordu. Baba oğluna söz vermişti bu hafta sonu sinemaya götürecekti ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu. Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti. Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni sinemaya götüreceğim dedi sonra düşündü:

-Ohh be kurtuldum en iyi coğrafya profesörünü bile getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez.

Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak geldi ve “baba haritayı düzelttim,artık sinemaya gidebiliriz”dedi.

Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğünde de hala hayretler içindeydi ve bunu nasıl yaptığını sordu. Çocuk şu cevabı verdi:

- Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan vardı.

İNSANI DÜZELTTİĞİM ZAMAN

DÜNYA KENDİLİĞİNDEN DÜZELMİŞTİ.

Bir yudum hikaye...Ben okumayacağım...

Bir yudum hikaye...Çocuk Ve Öğretmen

Stanford

Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip
utangaç bir tavırla rektör'ün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından
fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların
Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?

Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı..
Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu..
Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı...
Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan
masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter,
dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa
gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu..

Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini
bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi.
Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu?
Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce
bir kazada kabetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun
anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.

Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam"
dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için
bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."

"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'a
bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar
fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu
biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan
fazlasına çıktı..."

Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan
kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite
inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin
kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?"

Rektör'ün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı.
Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya,
Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için
onun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.

Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.

Ayağınıza kadar gelip, sizinle görüşmek isteyen insanlara,yaklaşmadan önce bir kez daha düşünmeniz dileğiyle...

BorÇ ve Çek

İş adamının işleri bozulmuştu. Ne yaptıysa olmuyordu. Bir zamanlar çok başarılı bir insan olmasına rağmen şimdi büyük olan sadece borçlarıydı.

Bir taraftan kredi verenler onu sıkıştırırken, diğer taraftan da bir sürü insan ödeme bekliyordu. Çok bunalmıştı ve hiçbir çıkış yolu bulamıyordu.

Nefes almak için parka gitti. Bir banka oturdu, başını ellerinin arasına aldı ve bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünmeye başladı.

Tam bu sırada birden, önünde yaşlı bir adam durdu.

'Çok üzgün görünüyorsun. Seni rahatsız eden bir şey olduğu belli... Benimle Paylaşmak ister misin?' diye sordu yaşlı adam.

İşadamının yakınmalarını dinledikten sonra da,

'Sana yardım edebilirim' dedi.

Çek defterini çıkardı. İşadamının adını sordu ve ona bir çek yazdı. Çeki ona verirken de şöyle dedi:

'Bu para senin. Bir yıl sonra seninle burada buluştuğumuzda bana olan borcunu ödersin. Hadi al' dedi. Ve yaşlı adam geldiği gibi hızla gözden kayboldu.

İşadamı elindeki çeke baktı. Çekte 500 bin dolar yazıyordu ve imza ise John Rockefeller'e aitti, yani o gün için dünyanın en zengin adamına.

'Tüm borçlarımı hemen ödeyebilirim' diye düşündü.

John Rockefeller'e ait bu çekle her şeyi çözebilirdi. Ama çeki bozdurmaktan vazgeçti. Bu değerli çeki kasasına koydu. Onun kasasında olduğunu bilmenin güveniyle yepyeni bir iyimserlikle işine tekrar dört elle sarıldı.

Büyük küçük demeden tüm işleri değerlendirmeye başladı. Ödeme planlarını yeniden yapılandırdı. İyi yapılan işler yeni işleri doğurdu. Birkaç ay sonra tekrar işlerini yoluna koyabilmişti.

Takip eden aylarda ise borçlarından tümüyle kurtulup hatta para kazanmaya başlamıştı. Tüm bir yıl boyunca çalıştı durdu. Tam bir yıl sonra, elinde bozulmamış çek ile parka gitti.

Kararlaştırılmış saatin gelmesini bekledi. Tam zamanında yaşlı adamın hızla ona doğru geldiğini gördü. Tam ona çekini geri verip başarı öyküsünü paylaşacakken bir hemşire koşarak geldi ve adamı yakaladı.

Hemşire 'Onu bulduğuma çok sevindim, umarım sizi rahatsız etmemiştir' dedi. 'Çünkü bu bey sürekli olarak huzur evinden kaçıp, bu parka geliyor. Herkese kendisinin John Rockfeller olduğunu söylüyor' diye ekledi.

Hemşire adamın koluna girip onunla birlikte uzaklaştı. İşadamı şaşkın bir şekilde öylece durdu kaldı. Sanki donmuştu. Tüm yıl boyunca arkasında yarım milyon dolar olduğuna inanarak işler almış, yapmış ve satmıştı.

Birden, hayatının akışının değiştiren şeyin para olmadığını fark etti. Hayatını değiştirenin yeniden kendinde bulduğu kendine güven ve inançtı.

8 Mayıs 2009 Cuma

Hayırsız evLat...Bir yudum hikaye...

Bir yudum hikaye...Çinli Muhammed...

Bir yudum hikaye...AnadoLu daki kardeşlik

Bir yudum hikaye...Yarbay Hasan Bey

EBEDİ SEVGİLİ

GürüLtü

Yaşlı bir adam emekliye ayrılır ve kendine bir lisenin yanında küçük bir ev alır. Emekliliğinin ilk birkaç haftasını huzur içinde geçirir; ama sonra ders yılı başlar. Okulların açıldığı ilk gün dersten çıkan öğrenciler, yollarının üzerindeki her çöp bidonunu tekmelerler, bağırıp, çağırarak geçer giderler. Bu çekilmez gürültü günler sürer ve yaşlı adam buna bir son vermeye karar verir.

Ertesi gün çocuklar gürültüyle evine doğru yaklaşırken, kapının önüne çıkar onları durdurur ve, "Çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsunuz. Bu neşenizi sürdürmenizi istiyorum sizden. Ben de sizlerin yaşındayken aynı şekilde gürültüler çıkarmaktan hoşlanırdım, bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz. Eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size her gün bir dolar vereceğim" der.

Bu teklif çocukların çok hoşuna gider ve gürültüyü sürdürürler. Birkaç gün sonra yaşlı adam yine çocukların önüne çıkar ve şöyle der:

"Çocuklar, enflasyon beni de etkilemeye başladı. Bundan böyle size sadece günde elli sent verebilirim…"

Çocuklar pek hoşlanmazlar, ama yine devam ederler gürültüye. Aradan bir kaç gün daha geçer ve yaşlı adam yine karşılar onları.

"Bakın" der, "Henüz maaşımı almadım bu yüzden size günde ancak 25 sent verebilirim, tamam mı?"

Çocuklar, "İmkansız bayım" der.

"Günde 25 sent için bu işi yapacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Biz işi bırakıyoruz.”

İyiLik

Yatakta yatan adam, başucundaki genç doktora:
-Allah senden razı olsun evladım dedi. Bu ameliyatı yapmak için yurtdışından buraya kadar gelmeni, yaşadığım sürece unutmayacağım.

Ameliyat edilen hasta, büyük bir hastanenin başhekimiydi. Tedavisi sadece yurtdışında mümkün görülen hastalığı aniden artınca, çoğu öğrencisi olan diğer doktorlar onun böyle bir yolculuğa dayanamayacağını anlamışlar ve az bir kurtarma ümidine rağmen bu işi üstlenmeye karar vermişlerdi. Fakat o hastalığın sayılı uzmanlarından olan bu genç doktor, nereden haber almışsa almış ve bir hızır gibi yetişip onu kurtarmıştı.

Yaşlı doktor, yattığı yerden genç adamın elini tutuyor ve onu bırakmamak için durmadan konuşuyordu O elleri okşar gibi sıvazlarken:
-Ben, doğum uzmanıyım, diye devam etti. Bir zamanlar anne karnındaki bir bebeğin sakat olduğunu anlamış, onu bu şekilde yaşamaktansa öldürmeyi düşünürken, kıyamayıp doğmasına müsade etmiştim. Sapasağlam yavruları bile ana rahminde öldürenlere inat, onun yaşamasını istediğim için, hayatta bildiğim o tek iyiliğime karşılık Allah seni bana göndermiş olmalı.

Genç doktor, ellerini gevşetip biraz geriye çekildi ve dizlerinden aşağısı takma olan bacaklarını gösterirken:
-Ben de öyle düşünüyorum efendim, diye gülümsedi. Kurtardığınız o çocuk, bendim.

Bir yudum hikaye...Bağlanmayacaksın...

Bir yudum hikaye...Dua...

Çevrimiçi kız isteme...

Talipp:
Slm...

KızEvy:
Slm... Hoş geldiniz.

Talipp:
MSN adresinizi oğlumdan aldım.

KızEvy:
Evet.Kızım söyledi. Bekliyorduk zaten.

Talipp:
Sizin evde başka PC var mı? Hanımları da görüşmeye davet etsek

KızEvy:
Tabii ki. Bizim hanım online zaten. Kız da internet cafe de.

Talipp:
Ok...

Kaynana34 konuşmaya katıldı
Oğlananası konuşmaya katıldı

Talipp:
Hanımlar da geldi. Ben bizim oğlanı da davet ediyorum.

ÇılgınDamat konuşmaya katıldı
BirEvinBirkızı konuşmaya katıldı

Oğlananası:
Slm...

KızEvi:
Hoş geldiniz hanım efendi

Kaynana34:
Slm...

Oğlananası:
Hoş bulduk efendim

ÇılgınDamat gönderiyor:
CICEK.GIF
Aktarımı başlatmak için burayı çift tıklayın
Kabul et (Alt+C) Farklı kaydet...(Alt+F) Reddet (Alt+D)

ÇılgınDamat gönderiyor:
CIKOLATA.GIF
Aktarımı başlatmak için burayı çift tıklayın
Kabul et (Alt+C) Farklı kaydet...(Alt+F) Reddet (Alt+D)

Kaynana34:
Ay niye zahmet ettiniz? Teşekkürler.

Talipp:
Zahmet ne demek? Çam sakızı çoban armağanı.

Kaynana34:
Nasılsınız? İyi misiniz? Ben Hacer. Burcu´nun annesiyim.

Talipp:
İyilik elhamdülillah. Sizleri sormalı.

KızEvy:
İyiyiz çok şükür.

Kaynana34:
Sizler Mersin´denmişsiniz değil mi?

Talipp:
Evet efendim. Sizler de İstanbul´dan

Kaynana34:
Evet efendim. Biz iki yıl önce gelmiştik Mersin´e Çok güzel bir yer.

Oğlananası:
Güzeldir. Bekleriz bize de.

KızEvy:
İnşallah. Bu yaz güneyi düşünüyorduk zaten

Oğlananası:
Yaza kalmasın diyoruz. Beey ! Hadisene...

Talipp:
Efendim. Hanım haklı. Sebebi ziyaretimiz malum.

KızEvy:
Evet efendim. Malumumuzdur. Başımızın üstündedir. Hoş geldiniz.

Talipp:
Evlatlarımız net üzerinden tanışmış, kaynaşmışlar. Bize de vazifemizi yapmak düşüyor. Allah´ın emri Peygamber´in kavliyle Oğlumuz ÇılgınDamat´a kızımız BirEvinBirKızı´nı istiyoruz.

KızEvy:
Evet beyefendi. Sizin de belirttiğiniz gibi evlatlarımız anlaşmışlar. Eh o zaman bizlere de hayırlısını dilemek düşer.

Oğlananası:
Müsaitseniz eğer gelecek ay aile içinde bir nişan yapalım diyoruz.

Kaynana34:
Bekleriz efendim. Biz nişan için gerekli hazırlıkları yaparız. İstanbul´da kalacak yeriniz yoksa biz ağırlayabiliriz.

Oğlananası:
Yok. Zahmet vermeyelim. Çok kalamayız zaten. Dayımın oğlu var. Bostancı´da oturuyorlar.

Kaynana34:
Ayol ne zahmeti? Aşk olsun. Akraba olacağız sonuçta. Hem Bostancı çok uzak. Biz Avcılar´dayız. Yollarda perişan olursunuz. Yerimiz müsait.

Oğlananası:
İnşallah diyelim o zaman.

Kaynana34:
İnşallah efendim. Kızım! Hadisene.

BirEvinBirKızı:
Tamam anneee!

BirEvinBirKızı gönderiyor:
KAHVE.GIF
Aktarımı başlatmak için burayı çift tıklayınKabul et (Alt+C) Farklı kaydet...(Alt+F) Reddet (Alt+D)

ÇılgınDamat gönderiyor:
SOZYUZUGU.GIF
Aktarımı başlatmak için burayı çift tıklayınKabul et (Alt+C) Farklı kaydet...(Alt+F) Reddet (Alt+D)

Talipp:
Biz müsaadenizi isteyelim artık. Tanıştığımıza memnun oldum.

KızEvy:Biz de memnun olduk efendim. Şeref verdiniz.

Talipp:
O şeref bize ait. Hoşça kalın efendim.

KızEvy:
OK . Byeee!

Talipp:
Bye!

Oğlananası:
Bye..

Talipp konuşmadan ayrıldı
Oğlananası konuşmadan ayrıldı

Kaynana34:
Bye

BirEvinBirKızı:
Bye

Kaynana34 konuşmadan ayrıldı
KızEvy konuşmadan ayrıldı

ÇılgınDamat:
Bye... Şişşt Burcu kız? Gitme bir yere yaw :-)

BirEvinBirKızı:
Hepsi gitti mi?

ÇılgınDamat:
Gittiler gittiler.Nasılsın aşkım? Çok heyecanlandın mı?

BirEvinBirKızı:
Ay! Ölüyorum zannettim :-(

ÇılgınDamat:
Bak çok korkuyordun. Oldu işte aşkım. Oldu :-)

Tuz ve Su

Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı.
Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi.
Yaşamındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi.
Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.
-"Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle:
-"Acı" diye cevap verdi.
Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı.
Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi.
Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:
- "Tadı nasıl?"
-"Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak.
- "Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam,
-"Hayır" diye cevapladı çırağı.
Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:
- "Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış."

BiLL Gates Vs Volkswagen

Bill Gates Microsoft'un bir seminerinde bilgisayar sektöründeki gelişmenin hızını anlatmak için şöyle bir benzetme yapmış. "Eğer Volkswagen firması son 25 yıl içinde bilgisayar sektörü kadar hızlı gelişmiş olsaydı bugün 500 dolara alacağımız arabalara 25 dolarlık benzin koyup dünya turu atmamız mümkün olacaktı"

Birkaç gün sonra VW firmasının bir basın açıklaması yayınlanmış. "Eğer otomotiv sektörü Bill Gates in işletim sistemi gibi gelişmiş olsaydı, her alacağımız arabada tek koltuk olacak, diğer koltuklar için ekstra lisans parası ödemek zorunda kalacaktık; arabamız sadece bizim ürettiğimiz benzinle çalışacak; gösterge tablosundaki tüm ikaz ve uyarı ışıkları yerine üzerinde ARABANIZ GEÇERSİZ BİR İŞLEM YÜRÜTTÜ VE KAPATILACAKTIR yazan tek bir lamba olacaktı. Ayrıca her kazadan sonra arabanın hava yastıkları açılmadan önce bir düğmenin üzerinde HAVA YASTIKLARI AÇILACAK EMİN MİSİNİZ diyen bir ışık yanacaktı".

7 Mayıs 2009 Perşembe

Mona Roza

Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyvenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller

Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona Roza, bugün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar

Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek...

Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığa
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatıyor her zaman bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi

Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar
Işıksız ruhumu sallar da durur
Zambaklar en ıssız yerlerde açar

Ellerin ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
Ellerinden belli oluyor bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin ellerin ve parmakların

Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Saat onikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona

Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları

Ki ben Mona Roza bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar su kenarında
Ki ben Mona Roza bulurum seni

Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım sığmaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza

Artık inan bana muhacir kızı
Dinle ve kabul et itirafımı
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı
Artık inan bana muhacir kızı

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak

Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
Bir tüy ki can verir bir gülümsesen
Bir tüy ki kapalı gece ve güne
Altın bilezikler o kokulu ten

Mona Roza siyah güller, ak güller
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!
Mona Roza siyah güller, ak güller

Kurabiye Hırsızı

Bir gece genç bir kadın havaalanında uçağının kalkmasını bekliyordu. Daha epeyce zaman vardı. Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket de kurabiye alıp, kendisine oturacak bir yer buldu ve kitabını okumaya başladı.

Kendisini okumaya öyle kaptırmıştı ki, yanında oturan adamın aralarındaki paketten birer birer kurabiye aldığını paket yarıya geldiğinde fark edebildi. Görmezden gelmeye karar verdi. Gözü bir yandan da saatteydi, "kurabiye hırsızı" yavaş yavaş kurabiyelerini tüketirken. Her kurabiyeye uzandığında adam da uzatıyordu elini. Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca " Bakalım şimdi ne yapacak?" dedi kendi kendine. Adam yüzünde bir gülümsemeyle son kurabiyeyi aldı, ikiye böldü. Yarısını ağzına atıp, diğer yarısını kadına uzattı. "Aman Allah'ım , ne cüretkar ve kaba bir adam" diye düşündü kadın. Hayatında bu kadar sinirlendiğini hatırlamıyordu.

Uçağının kalkacağı anons edildiğinde eşyalarını topladı ve dönüp "kurabiye hırsızı"na bir kere bile bakmadan, çıkış kapısına yürüdü. Uçağa bindi, koltuğuna oturdu. Bitmek üzere olan kitabını almak için çantasını açtı ve çantanın içinde duran bir paket kurabiyeyi gördü. Adamın onunla kurabiyelerini paylaştığını, özür dilemek için çok geç olduğunu anladı üzüntüyle. Kaba ve cüretkar olan "kurabiye hırsızı" asıl kendisiydi.

GüL yaprağı

Uzakdoğu'da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzdenkapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki budist, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı. Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti. Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üsünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.İçerideki budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Bir yudum hikaye...3 HeykeL

KeLebek

Bir gün, kırlarda gezintiye çıkan bir adam, kenara oturduğu otlardan birinin dalında , küçük bir kozanın varlığını fark etti.
Koza ha açıldı ha açılacak gibiydi.

Adam , bunun bir kelebek kozası olduğunu tahmin ediyordu.

Böyle bir fırsat bir daha ele geçmez diye düşündü; ve bir kelebeğin dünya yüzü gördüğü ilk dakikalara şahit olmak istedi.

Dakikalar dakikaları kovaladı , saatler geçmeye başladı , ama henüz kelebeğin küçük bedeni o delikten çıkmadı.

Sanki , kelebeğin dışarı çıkmak için çaba harcamaktan vazgeçmiş olabileceğini düşündü.

Sanki kelebek elinden gelen her şeyi yapmış da , artık yapabileceği bir şey kalmamış gibi geldi ona.

Bu yüzden , kelebeğe yardımcı olmaya karar verdi: cebindeki küçük çakıyı çıkarıp kozadaki deliği bir cerrah titizliğiyle büyütmeye başladı.

Böylece , bir-iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverdi.

Fakat bedeni kuru ve küçücük , kanatları buruş buruştu.

Adam kelebeği izlemeye devam etti; çünkü kanatlarının her an açılıp genişleyeceğini ve narin bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu.

Ama bunlardan hiçbiri olmadı.

Kelebek , hayatinin geri kalanını , kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi.

Ne kadar denese de , asla uçamadı.

Adamın bütün iyi niyetine ve yardımseverliğine rağmen anlayamadığı şey , kozanın kisitlayiciliginin ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten dışarı çıkmak için gereken çabanın , Allah’ın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede kozanın kisitlayiciligindan kurtulduğu anda onun uçmasını sağlamak için seçtiği bir yol olduğuydu.

Bu gerçeği öğrendiğinde , hayat boyu unutamayacağı bir şey de öğrenmişti: Bazen , hayatta tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey , çabalardır.

Eğer Allah , hayatta herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi , o zaman , bir anlamda sakat kalırdık .

Olabileceğimiz kadar güçlenemezdik o zaman .

Ve asla uçamazdık

İyiLik ve Vefa...Can DündaR

Bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırmıştır.
Kurt ormanda oraya buraya kaçmakta, ancak peşindeki avcıları bir türlü ekememektedir.
Canını kurtarmak için deli gibi koşarken bir köylüye rastlar.
Köylü elinde yabasıyla tarlasına gitmektedir.
Kurt, adamın önüne çöker ve yalvarmaya başlar.
"Ey insan ne olur yardım et bana, peşimdeki avcılardan kaçacak nefesim kalmadı, eğer sen yardım etmezsen biraz sonra yakalayıp öldürecekler".
Köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açar,kurda içine girmesini söyler.
Çuvalın ağzını bağlar, sırtına vurur ve yürümeye devam eder.
Birkaç dakika sonra da avcılara rastlar.
Avcılar köylüye bu civarda bir kurt görüp görmediğini sorarlar,köylü "görmedim" der ve avcılar uzaklaşır.
Avcıların iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra köylü sırtındaki torbayı indirir, ağzını açar, kurdu dışarı salar.
"Çok teşekkür ederim" der kurt, "Bana büyük bir iyilik yaptın""Önemli değil" der köylü ve tarlasına gitmek üzere yürümeye başlar.
"Bir dakika" diye seslenir kurt: "Çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum,çok bitkin düştüm, açım, kuvvetimi toplamam için bir şeyler yemem lazım ve burada senden başka yiyecek bir şey yok."
Köylü şaşırır."Olur mu, ben senin hayatını kurtardım."
"Yapılan iyiliklerden, verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan bir şey yoktur" der kurt.
"Ben de kendi çıkarım için senin iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım."
Bir süre tartıştıktan sonra, ormanda karşılarına çıkacak olan ilk üç kişiye bu konuyu sormaya ve ona göre davranmaya karar verirler.
Karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkar.
"Ne vefası " der kısrak,"Ben sahibime yıllarca hizmet ettim, arabasını çektim, taylar doğurdum, gezdirdim.Ve yaşlanıp bir işe yaramadığımda beni böylece kapıya koydu..."
Bir sıfır öne geçen kurt sevinirken bir köpeğe rastlarlar.
"Ben hizmetin değerini bilen bir efendi görmedim" der köpek, "Yıllardır sadakatle hizmet ederim sahibime koyunlarını korurum, yabancılara saldırırım, ama o beni her gün tekmeler, sopayla vurur..."
Kurt köylüye döner,"İşte gördün" der.
Köylü de son bir çabayla "Ama üç diye konuşmuştuk, birine daha soralım, sonra beni ye"diye cevap verir.
Bu kez karşılarına bir tilki çıkar.
Başlarından geçenleri, tartışmalarını anlatırlar.
Tilki hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için keyiflenir.
"Her şeyi anladım da" der tilki"Bu küçücük torbaya sen nasıl sığdın?"
Kurt bir şeyler söyler, tilki inanmamış gibi yapar:
"Gözümle görmeden inanmam..."
İşin sonuna geldiğini düşünen kurt torbaya girer girmez,tilki köylüye işaret eder ve köylü torbanın ağzını sıkıca bağlar.
Köylü eline bir taş alır ve"Beni yemeye kalktın ha nankör yaratık" diyerek torbanın içindeki kurdu bir süre pataklar.
Sonra tilkiye döner"Sana minnettarım beni bu kurttan kurtardın" der.Tilki de "Benim için bir zevkti" diye cevap verir.
O an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılır, bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünür ve hiç beklemeden elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürür.
Sonra da torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürter:
"Haklıymışsın kurt, yapılan iyilikten daha çabuk unutulan birşey yokmuş..."

5 Mayıs 2009 Salı

Babamı İstiyorum

Adam yorgun argın eve döndüğünde 5 yaşındaki çocuğunu kapının önünde beklerken buldu.Çocuk babasına, "Baba bir saatte ne kadar para kazanıyorsun" diye sordu... Zaten yorgun gelen adam, "Bu senin işin değil" diye cevap verdi. Bunun üzerine çocuk "Babacım lütfen, bilmek istiyorum" diye üsteledi. Adam "İllâ da bilmek istiyorsan 20 milyon" diye cevap verdi. Bunun üzerine çocuk "Peki bana 10 milyon borç verir misin" diye sordu. Adam iyice sinirlenip,"Benim senin saçma oyuncaklarına veya benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi,derhal odana git ve kapını kapat" dedi.Çocuk sessizce odasına çıkıp kapıyı kapattı.Adam sinirli sinirli "Bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder." diye düşündü. Aradan bir saat geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşti veçocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını düşündü, "Belki de gerçekten lazımdı"...Yukarı çocuğunun odasına çıktı ve kapıyı açtı... Yatağında olan çocuğa, "Uyuyor musun" diyesordu. Çocuk "Hayır" diye cevap verdi... "Al bakalım, istediğin 10 milyon. Sana az önce sert davrandığım için üzgünüm. Ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim" dedi... Çocuk sevinçle haykırdı, "Teşekkürler babacığım"... Hemen yastığının altından diğer buruşuk paraları çıkardı. Adamın suratına baktı ve yavaşça paraları saydı.Bunu gören adam iyice sinirlenerek, "Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun?... Benim, senin saçma çocuk oyunlarına ayıracak vaktim yok" diye kızdı... Çocuk "Param vardı ama yeterince yoktu " dedi ve yüzünde mahcup bir gülücükle paraları babasına uzattı; "İşte 20 milyon... Şimdi bir saatini alabilir miyim babacım?..."